SONSÖZ    BİR YIL SONRA

Geçen yıl Unilever’deki son çalışma günümde bir veda konuşması yapmıştım ama bunun bir veda olmadığını da biliyordum. Aradan bir yıl geçtikten sonra bu konuda haklı çıkmış olmaktan mutluyum; iş hayatım bitti ama dostluklar aynı.

Bazen keşke hayatımızdaki bazı duygu yoğun anları dertop edip hep yanımızda taşıyabilseydik diye düşünürüm.

Taşıyamadığımız için anlatarak, hatırlayarak, kaydederek ya da yazarak kaybetmemeye çalışıyoruz.

Ben de o gün anlattıklarımı bir gün dostlarla paylaşırım diye konuşmamın hemen arkasından yazmıştım.

Daha geniş bir paylaşım için kitap haline getirmeyi de düşündüm ancak vazgeçtim.

Böylece bu e-kitapçığın tek bir işlevi söz konusu:

İçinde kendini de bulabilecek Unileverli eski arkadaşlarımla kuvvetli bir el sıkışmaya vesile olması.

“Baki kalan ‘yüreklerimizde’ bir hoş sada imiş”

 

1 Temmuz 2010

Kemal Tümerkan

 

1 - FORREST GUMP

            Yirmi yedi yıl bir şirkette hep orta kademe yönetici olarak, hem de hemen hep aynı alanda çalışmış olsaydınız, veda konuşmasını yaparken sanırım sizin de aklınıza önce Forrest Gump gelirdi. Forrest Gump bir banka oturur ve kendi otobüsünü beklerken yanına oturan insanlara kendi öykülerini anlatır. Otobüsü gelen gider, Forrest yeni gelene anlatmaya devam eder, o gider bir sonrakine..

            Benim de çok sayıda öyküm oldu, bunları otobüsü gelince kalkıp giden yüzlerce Unileverliye anlattımJ

            Bu nedenle Unilever’e veda konuşmama Forrest Gump’ın bilinen afişini ekrana yansıtarak başladım.

 

 

 

 

2 - NASIL BAŞLADI?

            Unilever benim ilk iş yerim değil. Master yaparken çok severek öğretmenlik yapmıştım, askerliğimi yaptıktan sonra da bir mühendislik firmasına girdim ve orada üç yıl çalıştım.

            O firmadayken hazırladığımız projeleri her gün bir araba Derince’deki fabrikaya uygulanmak üzere götürürdü. Biz de acele işlerde o arabanın kalkışına yetiştirmek için elimizden geleni yapardık. Bir gün bir arkadaş bana “Artık Derince’ye araba kalkmayacakmış, yeni bir alet çıkmış, projeleri o alete koyacakmışız ve projeler fabrikaya ışınlanacakmış” dedi.

            Beni tanıyanlar küfretmediğimi bilir ama hani o anda uzaktan bakan ve biraz vücut dili okuyan biri ciddi küfür ettiğimi düşünmüştür.

            Anlayabileceğiniz gibi işe başladığımda faks bile yoktu!

            Bir gün teknolojideki gelişmelerden söz ediyorduk, kimi uzay araçlarından bahsediyor, kimi elektroniğin gelişmesinden söz ediyor. En son da bir arkadaş kuantum bilgisayarlarını hiç anlayamadığını söyleyince içimizden biri “Beyler Allah aşkına durun, ben daha radyonun nasıl çalıştığını anlayabilmiş değilim” demişti.

            Teknolojik bir sele kapılmış gidiyoruz, yirmi yıl sonra veda konuşması yapacak arkadaşların benim bu konuşmamı referans veremeyeceğinden eminim, çünkü o günlerde işe başlayanlar – iş diye bir şey kalmışsa tabii J - faks nedir, bilmiyor olacaklar.

            Çevremde vefalı bir insan olarak tanınırım; o nedenle bazı arkadaşların aklından bir önceki şirketimden neden üç yılda ayrıldığım sorusu geçebilir. En önemli neden mühendislik dalımla firmanın çalışma alanının tam çakışmamasıydı ama o zamanki genel müdürün sert ve kaba duruşunu da unutmamak gerekir. Genel Müdürlerin ‘kral’ olduğu günlerdi ve bizim genel müdürümüz de biraz sert bir kraldı. İşe başlayan mühendisler bir iki ay içinde, sekreterler ise bir iki gün içinde ayrılırdı. Aramızda en popüler bahis konusu hangi yeni sekreterin ne kadar dayanabileceği idi. Bir gün en uzun ömürlü sekreter arkadaşımızı hıçkıra hıçkıra ağlarken bulduk. Genel Müdür bir evrak bulmasını istemiş, bulması biraz uzun sürünce de almış elinden dosyayı, evrakları çıkarmış, havaya fırlatmış, “Şimdi bul bakalım” diyerek odasına dönmüş. Şimdi de sert genel müdürler var tabii ama gene de yönetim kültürünün o zamandan bugüne belirgin şekilde değiştiğini söyleyebilirim; bir de o zamanlar üç yılın bile o şirkette epey ‘vefalı’ bir süre olduğunu…  

            Mühendislerin bu kadar çabuk istifa edişleri yönetim kurulunun da dikkatini çekmiş olacak ki,  sonunda genel müdürü sosyal ilişkilere dikkat etmesi konusunda uyardıkları kulağımıza geldi. O nedenle 1983 yılbaşını genel müdürümüzün düzenlettirdiği bir partiyle ofiste kutladık. Bir ay sonra istifa ettiğimde arkamdan şöyle dediğini öğrendim: “Ofiste yılbaşı partisi veriyoruz gene de istifa ediyorlar…”

            Unilever’i yılbaşı partisi verip vermemesini bir kriter olarak aklımdan geçirmeyeceğim için hep kendime yakın hissettim.

            Bu şirkette daha sorumlu yerlere gelemeyişimi, karizmamın daha ilk günlerde yerle bir oluşuna bağlarımJ İşe girerken İnsan Kaynaklarında çalıştığını sevinçle öğrendiğim eski bir arkadaşımla, on üç yıl önce büyük bir öğrenci grubuyla beraber Amerika’ya uçmuştuk. O yolculuk sırasında on yedi yaşındaydım ve babası kızını – güven telkin etmiş olmalıyım ki - bana emanet etmişti.

             Bu arkadaşım beni iş yerindeki arkadaşlarına bu olayı anlatarak tanıştırdı.

             Onyedi yaşındayken kendisine yaşıtı bir genç kızın emanet edildiği biri olmak sanırım karizmamı Unilever’de çalıştığım süre içinde bir daha düzelmeyecek şekilde yerle bir etmiştirJ.

            1 Şubat 1983’te Unilever’de işe başlarken, bugün bilip de o gün bilmediğim çok şey vardı. Konuşmam sırasında bunlara sık sık değindim. Tabii ki bilmediklerim derken bazen gerçekten o gün bilmediklerimi, bazen o gün algılayamadıklarımı, bazen o gün öngöremediklerimi kasdediyorum.

            Bunlardan birincisi, o gün bir yıl bile o kadar uzun gözükürken yirmi yedi yılın aslında ne kadar kısa bir süre olduğunun bugün farkına varışımdır. Konuşmam sırasında genç arkadaşların yüzünde bu cümleyi espri olarak kabul ettikleri ifadesini gördüm, espri olmadığını yirmi yedi yıl geçmeden anlatabilmeme maalesef pek imkan yok. Bazı arkadaşlar da çalışma süremi benden beş on yıl fazla çalışmış insanlarla karşılaştırdığımı sandılar. Oysa otuz yıl da uzun bir süre değil, kırk yıl da, elli yıl da J. Doksan yedi yaşında kaybettiğimiz çok sevdiğim bir büyüğümüz, ölümünden birkaç ay önce “Göz açıp geçene kadar geçti şu ömür” demişti, sanırım yirmi yedi yılın kısa bir süre olması konusunda onunla hemfikirdik.

            Bilmediklerimden bir diğeri, o gün henüz doğmamış bebeklerle bir gün beraber çalışacağım, hatta geciken ya da aksi giden bazı işler nedeniyle kendilerinden laf işiteceğimdiJ Açıkçası 1. 2. 1983’te bunu aklımın ucundan dahi geçirmemiştim. Konuşmam sırasında çok sevdiğim iş arkadaşım Sencer’in nüfus kağıdını ekrana yansıttım; şansıma Sencer’in belge üzerindeki resmi üstelik on yıllıkmış, ekranda o küçük çocuk görüntüsü çıktığında dinleyenler çok güldü.

            Konuşmam sırasında üzerimde iz bırakmış olan üç şarkıyı çalmaya niyetlenmiştim ama bunlardan sadece “One Way Wind”i çalmayı akıl edebildim; bu üç kelimenin melodisi ile birlikte geçip giden zamanı çok iyi yansıttığını düşünürüm. Çalamadığım diğerleri “Across The Universe” ve melodisini eşsiz ve hüzünlü bulduğum “Somewhere Over The Rainbow” idi. Bu kitapçığı okurken de bu üç parçanın hayatımdaki yerini bilmenizi istedim. Bir de konuşmamın başında bana silah zoru ile söyletilen J dördüncü bir parça var ki, sanırım günün anlam ve önemine (!) de uyuyordu; “My Way”. Çok sevdiğim bu şarkının 1980’lerde Amerika’da okullarda cezaya kalan çocuklara cezalarını ağırlaştırmak üzere çalındığını gazetede okuduğumda ne bozulmuştum!

 

 

 

3 – TRAMOLA

            İşe başladığımda bilmediğim önemli şeylerden biri, doğrunun zaman içinde değişebildiği idi. Tabii ki her şeyi kastetmiyorum – ki bunu ayrıca tartışabiliriz – ancak bütün büyük şirketlerde olduğu gibi Unilever’de de odaklanan şeyler zamana bağlı olarak değişkendi, bir süre sonra bir önceki sisteme geri dönüldüğü de olurdu.  Bu nedenle, odaklanan şeyler ya da sistemler değişirken bazı  yöneticilerin “Yanlış yapıyorduk, şimdi doğruyu bulduk” yaklaşımı göstermesinden rahatsızlık duyduğum zamanlar olmuştur.

            Konuşmamı hazırlarken bulduğum bir benzetme ne hissettiğimi tam aktarmamı sağladı: ‘Tramola’. Nasıl ki yelken yarışlarında yelkenliler – rüzgarın yönünü yönetmek mümkün olmadığı için – zikzaklar çizerler ve bir yöne giderken birden yelkeni öbür tarafa atıp ters yöne hareketlenirler; ben de iş hayatındaki sistem ya da yaklaşım değişikliklerini buna benzetiyorum. Önemli olan, hiçbir rüzgarın tam istediğimiz yönde esmeyeceğini unutmadan, tramolaları hayatın bir parçası olarak görebilmek ve doğru zamanda atabilmek; ‘yanlıştan doğruya geçiyoruz’ değil, ‘doğrudan bir başka doğruya geçiyoruz’ bilinciyle bunu yapabilmek.

            Özel yaşamda bile öyle değil mi? Sevgilimizi kendi istediğimiz yönde değiştirmeye çalışırız ama bir süre sonra tramola atmanın zamanı gelmiştir, artık onu değiştirebildiğimiz kadarı ile kabullenme – ya da kabullenmeme – zamanıdır. Çocuğumuzu korumaya çalışırız, yönlendiririz, kurallar koyarız ama bir noktada tramola atmanın zamanı gelir, kurallar yönlendirmeler gevşer veya kalkar; ya da benim bugünlerde yaptığım gibi; iş hayatının bütün gereklerini elimizden geldiği kadar yerine getiririz ama bir noktada tramola atmanın zamanı gelir.

            İş hayatındaki en belirgin tramolaların aşağıdaki üç alanda ve aşağıda yazdığım ikişer unsur arasında atıldığını gözlemledim:

Bürokrasi         Hız

Odaklanma      Sinerji

Kompleksite –    Basitleştirme

            Bu altı faktör zıddıyla salınım yaptığı gibi kendi aralarında da etkileşime açık. Artan bürokrasi nedeniyle rekabete cevap verilemediği zaman hızı getirecek sistem ve organizasyonlara geçilir, hız hatalar getirdikçe ve gelişime fırsat vermediği görülünce bürokrasi gündeme gelir.

             ‘Odaklanma ve sinerji’ arasında da gitgeller yaşanır. Diyelim üç dört kategoriye ayrı ayrı insanlar bakıyor, bunlar birleştirilerek farklı kategorilerin büyüyen ölçeğinden faydalanılır, sinerji yaratılır. Ya da tam tersine bir hareket olarak, birkaç fonksiyon bir arada çalışırken, bunlar ayrılıp her birinin kendi uzmanlık sahalarında daha fazla gelişme sağlamaları hedeflenir; yani daha dar bir alana odaklanılır.

            Kompleksite ve basitlik için de böyle; basitlik iyidir hoştur ama bir yere kadar her şeyi basitleştirebilirsin, sonra tekrar genleşmek yani kompleksiteye doğru yönlenmek gerekir – yoksa atıl ve hareketsiz kalınabilir – ancak bir önceki basamaktan ne kadar ders alınmışsa o kadar iyidir, ‘genleşirken’ fonksiyonlara gereksiz işler yüklemekten elden geldiğince kaçınılmalı.

            Toprağı bol olsun, çok sevdiğim bir direktörümüz vardı. Tramola atılmıştı ve dönem basitleştirme dönemiydi. Basitleştirme dönemi ile uyum sağlamayan bir isteğim nedeniyle kendisinden ciddi bir azar işittim. İçimden “İyi ama birkaç ay sonra gene bu tür detaylardan kaçamayacaksınız” diye içimden geçirdim. Basitleştirmenin evrensel bir doğru olarak kabul görmesinden rahatsız olmuştum. Muzipliğim tuttu ve o akşam oturup kompleksiteye bir methiye düzdüm. Başına da mümkün olduğunca yumuşatıcı bir şeyler yazıp direktörümüze gönderdim. Yazı şöyle bir şeydi:

“Kompleksite için söylenebilecek en iyi şey kendisinden kurtulmak için fırsat vermesidir.

Ancak makul bir doz kompleksiteyi istenir yapan bazı nedenler de vardır, nasıl stresin makul dozu da istenir ise.

Kompleksite bir organizasyona uyanık olma, sıkı çalışma ve adrenalini üst düzeyde tutma şansı verir.

Kompleksite yaratıcılık için elverişli ortam oluşturur.

Geçmişteki kompleksiteler sinerjiye imkan sağlar.

Zaten gerçek hayat kompleksiteleri test eder ve içlerindeki zayıfları elimine eder.

Kompleksite özel ve tatmin edici çözümler üretilmesine fırsat verir.

Düşünme ve öğrenme için ortam yaratır,  bir organizasyona çok sayıda pilot çalışma vasıtasıyla öğrenme imkanı sunar.

Kompeksite ve basitleştirme arasında uygun salınımlar kaçınılmazdır.

Kompleksiteye boğulmuş bir organizasyon için söylenebilecek en iyi şey kompleksiteden arınma fırsatı ise, içinde hiç kompleksite barındırmayan bir organizasyon için söylenebilecek en iyi şey de kontrollü bir şekilde eklenebilecek kompleksiteye fırsat tanımasıdır.”

            Bu mesajıma aldığım cevap pek de hoşuma gitmemişti ama o gün dahil farklı bir şeyler söylemenin – hoş görülmediğini, rahatsızlık yarattığını düşündüğünüz zamanlarda bile – takdir edildiğinden bir an bile şüpheye düşmedim, inandığım her şeyi de insanları kırmamaya çalışarak ama başıma bir şey gelmeyeceğini de bilerek hep söyledim, bunun için Unilever’e gerçekten şükran borçluyum.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

4 – BİR BAŞKA TRAMOLA

            Benim gözlemime göre, iş hayatındaki önemli bir diğer tramola serisi ise zaman içinde başarı ölçütündeki değişimler. Örneğin işe ilk girdiğimde gözümüz departmanımızın başarısından başka bir şeyi görmüyordu ve departman amirimizi memnun etmek adeta varlık nedenimizdi. Bu herkes için aynı olmayabilir, hatta sadece benim yorumum olabilir ama benim ilk çalışma yıllarında algılamam böyleydi.

            Departman ve amir odaklı çalışmanın iki anısı var; bunlardan biri, o zamanlar herkesin çok iyi bildiği şu iki kural:

1)     Amir daima haklıdır

2)     Amirin haksız olduğu durumlarda da 1. Madde uygulanır.

            Genç arkadaşların çoğunun bu bir zamanların ‘kült’ haline gelmiş bu kurallarını bilmediğini şaşırarak görünce konuşmam sırasında vurgulayayım istedim. Şimdi denebilir ki, hala bu iki kuralın geçerli olduğu şirketler var; benim görüşüm şöyle; bazı dengesizliklerin çok belirgin olduğu ortamlarda bu örnek gibi ‘savunma mekanizma’larının ortaya çıkması ve yaşaması kaçınılmazdır, eğer bu esprili kurallar yaşamıyorsa, demek ki amir – departman ilişkisi otuz yıl önceye göre yumuşamıştır.

            Bu konuyla ilgili diğer anım ise şöyle: O zamanlar fabrikamızda sadece tek bir teknik ressam vardı ve İşletme müdürüne bağlı çalışıyordu. Teknik resim gereksinimimiz olduğunda İşletme müdüründen rica etmem söylenmişti. İşletme müdürü de iş dışında dostluğumuz olan, halen de görüştüğüm çok sevdiğim bir ağabeyimdi.

            İşletme müdürünün odasına gittim, biraz sohbet ettim ve sonra “Acaba rica etsem – isim önemli değil, diyelim Ahmet Usta – ihtiyacım olan şu resmi çizebilir mi?” diye sordum.

            İşletme Müdürü ağabeyimin bakışları değişti; “Bir dakika Kemal Bey” dedi. “Siz isteğinizi söyleyin, kime çizdireceğime ben karar veririm!”

            Bir benzetme yapmak gerekirse, o yıllarda departmanlar derebeylikler gibiydi.

            Sonra bir gün yönetim ‘tramola’ attı ve başarının ölçütü şirket içi müşterilerimize verdiğimiz servis, memnun etmemiz gereken kişi ise tüketici oldu! Bölümümüz için en doğru şeyi yapmaya nazaran, başka bölümlerin isteklerini en uygun biçimde yapmak daha fazla önem kazanmıştı. Amir ve departman ortadan kalkmadılar tabii ama odağımız değişmişti. Bir süre sonra bir tramola daha; başarının ölçütü kar ve büyüme, hedef ise hissedarlarımızın memnuniyeti oldu. Tramolalar halen devam ediyor !

            Tekrar söyleyeyim ki, tramolalar kaçınılmaz; gene de “Yanlış yapıyorduk, doğruyu bulduk” demektense “Doğrudan bir başka doğruya geçiyoruz” yaklaşımını daha doğru bulduğumu, yanlışı düzeltme hissinin daha büyük dirençle karşılaşabileceğini, doğrudan bir başka doğruya daha dirençsiz geçilebileceğini düşündüğümü ekleyeyim.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

5 - İSTEMEK

            İşe başladığımda bilmediklerim arasında başkalarından bir şeyler istemenin iş hayatında ne kadar önemli olduğu vardı. Henüz işe gireli bir yıl olmuştu ki, bir tedarikçimizden çok kuvvetli bir iltifat aldım. Benden on yaş kadar büyük ve konusunda çok tecrübeli bir insandı; “Sizden çok şey öğrendik” demişti. Bu iltifat beni rahatsız etti, bir yıllık tecrübe ile konunun uzmanı bir tedarikçiye ne öğretmiş olabilirdim ki?

            Gereksiz bir yakınlık kurma yöntemi olarak kabul ettim ve sanırım bu yüzüme de yansıdı. O nedenle şu cümleyi ekledi: “Sizden çok şey öğrendik, çünkü bizden çok şey istediniz”

            O zaman, her şey yerli yerine oturdu ve ben iş hayatına bu yönden de bakmaya başladım. Böyle baktıkça, çoğu tedarikçimizi bilgi transferinden de fazla istediklerimizle geliştirdiğimizi, daha da önemlisi şirket içinde de birbirimizden istediklerimizle birbirimizi geliştirdiğimizi fark ettim. Bir şeyi biraz daha farklı yapmamızın istenmesi çoğu zaman can sıkıcı ve oflaya puflaya yaptığımız bir şey olur, bir nüansın bir projeye katkısı bazen yok denecek kadar azdır ama üst üste eklenen nüansların gelişim ve bilgimize katkısı bir süre sonra azımsanmayacak noktaya gelir. Bunları veda konuşmam sırasında söylediğimde genç arkadaşlar doğal olarak “Sen gidiyorsun ya konuş bakalım” ya da argo tabirle “Anlat anlat heyecanlı oluyor” mimikleriyle bana bakıyorlardı. Son gün kendileriyle aramı bozma riskini alamazdımJ, Bu nedenle isteklerin de sınırlandırılması ve yönetilmesi gerektiğini ekledim; bu da istekte bulunan insanların gelişimi için elzemdir!

            Bu konuya şöyle de bakabiliriz; yıllar önce insanları diğer canlılardan ayıran en önemli özelliğin gereksinim yaratma gereksinimi duymaları olduğunu düşünmüştüm; tam doğru olmasa da önemli ölçüde doğru olduğunu hissediyorum. İş hayatında bu kolektif bir gereksinim yaratma gereksinimine dönüşebiliyor ve bu da iş hayatı dediğimiz oyunun en önemli bileşenlerinden oluyor.

            Tanrı’nın birer parçası olduğumuzu söyleyen öğretiler de bana hep şu çelişkiyi hatırlatmıştır; “Tanrı’nın ‘Ol’ demesi yeterlidir, oysa insan ‘Ol’ dediğinde istediğinin olması için çaba göstermesi gerekir ve aslında onu oluşturan bu çaba sırasında öğrendiklerdir; iş hayatında da şirket arkadaşlarımızın bizden isteklerini yerine getirme çabamız, gelişimimize katkıda bulunan önemli faktörlerden biridir – ya da artık bana böyle görünüyorJ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

6 – DİLEKLER VE ÇÖZÜMLER

            1983 yılı başında bilemediklerim arasında yer alan bir konu, bir sorun söz konusu olduğunda iki kavram çiftinin – kendi aralarında - birbirine ne kadar kolay karışabildiği idi. Bunlar:

-         Tespitler ve nedenler

-         Dilekler ve çözümler

            Örneğin, toplumumuz için “Daha hoşgörülü olmamız gerekir” cümlesi bir çözümü değil, bir dileği ifade eder. İş hayatında da “Ekip olmalıyız”, “Risk alabilmeliyiz”, “Ayırım yok, herkes sorunu kendi sorunu kabul edecek” gibi cümleler dilek cümleleridir ve iyi yöneticiler bu dileklerin nasıl gerçekleştirilebileceğini bilen insanlardır.

            Çok yıllar önce, bir ekonomik kriz döneminden sonra yeni ve çok kuvvetli bir başlangıç olması dileğiyle üç günlük bir ekip çalışması yapmıştık. Neredeyse tüm şirketin katıldığı eşi benzeri olmayan büyük bir toplantıydı.

            Ekip çalışmasını düzenleyenler bizleri tiyatro, dans, vurmalı çalgı, pandomim  gibi uzmanlık alanlarından oluşan gruplara böldüler, her grubun başına da konusunda uzman bir eğitmen verdiler ve tek bir ana fikir üzerinde ayrı ayrı çalışmamızı istediler. Amaç, üç günlük bir çalışma sonunda o ana fikre uygun bir performans sergilememizdi ve anladığımız kadarı ile bu bir yarışmaydı. Ben pandomim grubundaydım. Derhal çalışmaya başladık, ana fikre uygun bir senaryo yazdık ve pandomimle sergilemeye çalıştık. Usta bir pandomimci eğitmen de bize performansımızı arttırmak üzere yol gösteriyordu. Tek hedefimiz, pandomimi kullanarak, diğer sanat dallarını kullanan arkadaşlarımızdan daha özgün, daha seyre değer bir performans sergileyebilmekti.

            O gece bu çalışmayı düzenleyen İngiliz eğitmenler grubundan çok kuvvetli bir azar işittik. Bugün bile içten miydiler, yoksa eğitimle bağlantılı bir senaryo gereği mi öyle davranıyorlardı, bilemiyorum. Ancak şunu vurguladıklarını hatırlıyorum; o güne kadar bu çalışmayı yaptırdıkları hiçbir grup böyle davranmamıştı! Tahmin edebileceğiniz gibi eleştirdikleri davranışımız her grubun kendi başına çalışması ve diğer grupların performansları ile sinerji arayışına girmeyişi idi. İşittiğimiz o azarı hala bize karşı yapılmış en büyük haksızlıklardan biri olarak hatırlarım, niye böyle düşündüğümü az sonra anlatacağım.

            Bu müdahale üzerine dayanışmaya gittik, tek bir eser oluşturduk ve üç günün sonunda herkesin kendi beceri alanında yeteneğini sergilediği ve herkesin rol aldığı tek bir şahane ‘Show’ sergiledik. Ortalık alkıştan yıkılırken eğitmenler alınması gereken dersi özetliyorlardı: “Herkes kendi departmanı için değil de şirketin iyiliği için çalışırsa ortaya çıkan performans çok üst düzeyde oluyordu, oysa bizim başlangıçta yaptığımız gibi, herkesin sadece kendi departmanının başarısını ön plana aldığı bir ortamda, performans da zayıf olacaktı.”

            O gün de karşı çıkmıştım, bugün de şiddetle karşı çıkıyorum; böyle bir programdan alınması gereken öncelikli ders dayanışma ve paylaşımın başarıya etkisi değildir; dayanışma ve paylaşımın başarıya etkisini herkes az veya çok bilir.

            O günden benim aldığım öncelikli ders şu oldu; ekipler arasındaki dayanışma ve paylaşım yöneticilerin dileğidir, bu dileği gerçekleştirebilmek için yöneticilerin becerisine ihtiyaç vardır.

            Eğitmenler, “Her grup ayrı uzmanlık alanında eğitim alıp yetkinliklerini arttıracak, amaç dışarıdan gelecek seyirciye farklı sanatların kombinasyonu ile mümkün olan en üst düzey performansı sergileyebilmektir” deseydi dayanışma baştan oluşur ve hiç kimse de o azarı işitmezdi J

            Yani, kendimizi hangi ekibe ait hissettiğimiz ve hangi hedef için çaba göstereceğimiz aslında yöneticilerin söz, davranış ve ödüllendirmelerinde saklıdır. Yöneticiler bu ve benzer konularda insanların duygularını yönetebilmelidirler.

            Benim o akşamdan aldığım en büyük ders bu oldu; yöneticiler bizi – bilinçli ya da bilinçsiz - nereye ait olmaya yönlendirirlerse biz kendimizi oraya ait olarak konumlandırırız ve bu konumlandırma şirketin göstereceği performansa bağımlı da olabilir, ondan bağımsız da !

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

7 – ŞİRKET KİM ?

            Unilever’deki ilk yıllarımda, insanların bu kadar fark yaratabileceğinin de bilincinde değildim. Benzer eğitim görmüş insanlar, üç aşağı beş yukarı aynı sonuçları oluştururlar diye düşünüyordum. Bugün aradaki farkın çok büyük boyutlarda olabileceğini ve neden ‘Personel’ teriminden ‘İnsan Kaynakları’ terimine geçildiğini anlayabiliyorum. (İster inanın ister inanmayın, eskiden ‘İnsan Kaynakları’ diye bir bölüm yoktu, ‘Personel’ diye bir bölüm vardıJ)

            Aslında bu cümleyi biraz daha genişletip üç yüz altmış dereceye tamamlamamız lazım. “İnsanların şirketler, şirket kültürünün ise insanlar üzerinde ne kadar belirleyici olduğunu bilmiyordum” demek daha doğru olacak. Şirket kültürü derken bazı durumlarda bu amirin iş ve hayat anlayışına kadar indirgenebilir. Şirketine, amirine ya da çalıştığı bölüme bağlı olarak performansı yüz seksen derece değişebilen insanlar da gördüm.

            Yıllar önce bir gün şirketin bazı uygulamalarından şikayet ediyorduk. “Şirket böyle yapmamalıydı” diye fikrimi söyledim. Arkadaşlarımızdan biri “Şirket kim?” diye sordu.

            Hayatımda bu denli çarpıcı bir soruyla az karşılaştım. Bu sorudan yola çıkarak bir çalışanın muhatabı olarak iyi bir şirketin şu üçlü sac ayağının dengeli bir bileşkesi olması gerektiğini düşünürüm: 1) Üst Yönetim; ki bunun içine üst yönetimin belirlediği iş ilkeleri, şirket stratejisi, hedefler vs de girer. 2) İlk amir 3) İnsan Kaynakları; bunun da içine kurallar, prosedürler, özlük hakları, bilgi alışverişi vs de girer.

            Bir çalışan, “Şirket kim?” sorusunu aklına getirdiğinde bu üç bileşenin dengeli bir şekilde hayatında olduğunu hissediyorsa o şirket bence iyi bir şirkettir. Bu bileşenlerden biri baskın – genellikle bu büyük şirketlerde ilk amir, küçük şirketlerde patron olurJ - ya da bazıları silikse o şirket yeterince kurumsallaşmamıştır. Bu nedenledir ki, özellikle son beş altı yıldır Unilever – bence - iyi bir şirkettir.

            İş hayatına başlarken insanların kelimelerin arkasına saklanmalarının mümkün olmadığını ama bunu denemekten de kendilerini alamadıklarını  da bilmiyordum. Örneğin “İş ilkeleri” dendiğinde bunu her kişi iliklerine kadar yaşıyorsa, bu ilkelerin yanından dolanmak kimsenin aklından geçemiyorsa o zaman o kelimeler anlamını bulmuş olur. Bir yönetici ya da şirket bu iki kelimenin arkasına saklanırsa, yani dile getirip yaşanması için hiçbir şey yapmazsa, bir ağacın arkasına saklanmış fil gibi olur J.

            Benzer bir şekilde yönetici “Biz başardık” derken, bu kelime kulağımızdan beynimize gidene kadar “Ben başardım”a dönüşüyorsa söylediği cümle anlamsız hatta ters tepecek bir çabadır. Konuşmam sırasında ünlü teknik direktörlerimizden birini örnek verdim ve “Biz başardık” derken bile aslında “Ben başardım” dediğini düşündüğümü söyledim. İsim vermiyorum ama aklınıza biri geliyorsa, kelimelerin arkasına saklanılamayacağı da doğru demektir.

            “Risk alalım” diyen bir yöneticinin bazen aslında “Bir sorun çıkmayacaksa risk alalım”(!) dediğini, yani hissettiğinin ‘risk’ tanımıyla hiçbir ilgisi olmadığını ve bunun da bir sorun çıktığı takdirde o yöneticinin tepkisi öngörülerek anlaşılabileceğini söyleyebilirim. Uzun lafın kısası, kelimeler, duygularla örtüştüğü ölçüde anlam kazanırlar.

            Bu konuyu bir espri ile kapatayım: On yıl kadar önce bir toplantıda yeteri kadar risk alamadığımızı dile getirmiştim. Toplantıyı yöneten direktörümüz ise risk alabilen bir yapımız olduğunu düşünüyordu ve bana katılmadığını söyledi. Benimle benzer düşünceleri paylaştığını bildiğim bazı arkadaşlarımdan ses seda çıkmadı. Toplantı sonrası kendilerine sitem ettiğimde birinden hoş bir espri geldi: “Senin haklı olduğunun bir delilidir bu; risk alma kültürümüz yok ki, direktörümüze karşı çıkma riskini alabilelimJ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

8 – FARK YARATMA

            Şirket kültürünün ve yöneticilerin çalışan üzerindeki etkisine şöyle bir göz atmış olduktan sonra, insanların bir başkasına nazaran farklı katkı yapmalarının en önemli iki nedenini de şöyle özetleyebilirim:

a)      Risk almakta ve riskin riskini düşürmekteki fark

b)     Fırsatların kaçmasına göz yummamanın yarattığı fark

            Yukarıdakilerden birincisini algılamak iş hayatının başlarındaki bir insan için bile oldukça kolaydır. Her şey bir yana risk hız getirir; başarısızlık şansı düşük yüzlerce risk alındığında, birdenbire benzer aksiyonlar için risk alamayan başka organizasyonların önüne geçersiniz.

            Hobi olarak oynayanlar arasında kötü bir masa tenisçi sayılmam. Oysa çok yıllar önce fabrikada katıldığım ilk turnuvada benden daha az bilen bir arkadaşa yenilmiştim. Nedeni, hücum oyununda daha başarılı olduğum halde, - hücum daima daha fazla ‘anlık’ risk içerdiği için – hata yapma korkusuyla savunmada kalışımdı. Bir sonraki turnuvada ise aynı arkadaşı yendim, çünkü ondan daha iyi olduğum alanda seri halinde aldığım riskler sonuçta bana avantaj getirdi. İyi olduğunuz alanlarda risk almazsanız şansınız %50 - %50’ye indirgenir, oysa seri halinde %51 - %49 kazanç şansı – arada kaybetseniz de – sonunda ibreyi sizin tarafınıza çevirir.

            Bu bence çok doğru mantık yürütmenin zayıf noktası duygularla çok fazla etkileşmesidirJ. Risk alırsanız başarısızlık halinde kendinizi sorumlu  hissedersiniz, risk almazsanız sorumlu hissetmezsiniz. İşte hem sizin hem yöneticilerinizin çözmesi gereken ‘duygusal’ problem budur.

            Yukarıda yazdığım ve fark yaratma için önemli bulduğum ikinci maddeyi – fırsatların kaçmasına göz yummamak - ise çoğu insan küçümseyebilir. Oysa büyük şirketlerde ortada her an yüzlerce fırsat dolanmaktadır ve bu fırsatların görmezden gelinmesinin bir maliyeti vardır. Birkaç fırsat neyse ama minik dahi olsa yüzlerce fırsatın görmezden gelinmesi maliyeti zaman içinde çok yukarılara çeker. Kritik olan fırsatların görmezden gelinmesinin büyük şirket çalışanının kariyerini pek etkilememesi – çünkü çoğu kişiye ya da uzmanlığa has fırsatlardır - , fırsatların yakalanmasının da kariyeri olumlu yönde etkileme gücünün pek olmayışıdır. Yakalanan fırsatlar pek farkına varılmaksızın kaynar giderler, yani ne görülmemeleri ciddi bir ceza getirir, ne de görülmeleri ciddi bir armağan; çünkü ancak biriktiklerinde işe yarar bir kütleye sahip olurlar. Bu nedenle, fırsatları görmezden gelmeyen insanların çoğunlukta olduğu  toplulukların; yani yaptıkları işi en doğru yapma dürtüsünü kendi içlerinden alan insanların çoğunlukta oldukları toplulukların daha başarılı olacaklarına içtenlikle inanmışımdır.

             Bunun tersinin savunulduğu çok ortam gördüm; genellikle büyük etki yapacak projeler özendirilir; tabii ki buna karşı çıkacak değilim ama seri halindeki küçük etkilerin en az bir o kadar önemli olduğuna inanıyorum; iki nedenden; yeterli sayıda büyük proje bulmak zordur ve görmezden gelinmeyen fırsatlar aktif ve öğrenen bir organizasyon oluşturur.

 

 

 

 

 

 

 

 

9 - DEĞİŞİM

            Şubat 1983’te insanların değişebildiğinin yeterince bilincinde değildim.

            Şirket Masa tenisi takımında beraber oynadığımız bir ağabeyimiz vardı. Bana ununu elemiş eleğini asmış yaşlı başlı bir adam olarak görünürdü – ki muhtemelen benim şu anki yaşımdan beş altı yaş daha gençtiJ -

            Bir gün o zamanki genel müdürümüzle aynı zamanda işe girdiğini ve iki yıl aynı odada çalıştıklarını öğrendim. Hatırlayacağınız gibi, genel müdürlerin bugünkünden çok daha baskın oldukları dönemlerdi. Bu ağabeyimize karşı bakışım değişti ve kendisini genel müdürden torpilli biri olarak görmeye başladım. Bunu da bir şekilde hissettirmişim ki, “Nasıl bu kadar saf olabiliyorsun?” diye sormuştu, “Karşılaştığımızda selamını alırsak ne mutlu”

            Bugün o ağabeyimizin – dilerim hayatta, sağlıklı ve huzurludur – hayretini anlayabiliyorum, o gün anlayamamıştım. Bugün aradan yeterince zaman geçmişse, omuz omuza çarpışmış insanların bile aralarındaki ilişkilerin değişmiş olabileceğine mutlaka olasılık tanırım. Bazen bu konuda da aşırıya kaçtığım oluyor, çok uzun süredir görmediğim eski bir arkadaşıma rastladığımda eşini sormakta dahi tereddüt geçirdiğim oluyor.

            Yanlış anlaşılmak da istemem, yükselmiş olan hiçbir gençlik arkadaşımdan kötü bir davranış görmedim. Ancak yollar ayrıldığında insanlar arasındaki ilişkilerin aynı kalmayacağının da aksine zor inanacağım kadar çok örneğini gördüm. 

            Hazır iş yaşamıma kuş bakışı bakarken bu cümlelerin ‘çağrışımla çağırdığı’ bir iki anıyı da aktarmak isterim:

            Hayata beraber başladığımız arkadaşlardan biri, çok kısa zamanda çok yükselmişti. Sonunda şirketteki birkaç üst pozisyondan birine sahip oldu. Ayrı kategorilerde çalışıyorduk ve yollarımız pek kesişmiyordu. Gene de birbirimizi gördüğümüzde, ilk günlerdeki gibi değilse de, karşılıklı hatır sorar ve selamlaşmadan geçmezdik.

            Bir gün tüm yöneticilerin katıldığı bir toplantıda gene karşılaştık, nasıl olduğumu sordu, kısa bir sohbet ettik. Ardından onun bölümünde çalışan bir arkadaşa “İstifa mı etti?” diye sordum. “Yoo, nereden çıkardın?” dedi. “Yanılmışım” dedim.

            Öğleden sonra yanıma geldi ve “Gerçekten istifa etmiş, pes vallahi, nasıl oldu da bizden önce duydun?” diye sordu. “Duymadım, yıllar önce de hatırımı sorarken elini omzuma koyardı” diye cevapladım.

            Gene yakın dost olduğumuz ve çok hak ederek yükseldiğine inandığım ve halen de gerçekten çok sevdiğim bir dostumla yıllar önceki diyalogumuz birkaç açıdan hatırlanmaya değer. Başka bir görevden benimle doğrudan ilgili bir göreve gelmişti. Yeni görevinde ilgili bölüm yöneticilerini de davet ederek, yirmi beş otuz kişilik bir grubu bir zamanlar çok popüler olan ekip oluşturma çalışmasına şirket dışı bir otele götürmek istedi.

            O sırada şiddetle üşütmüş olduğum için kendisini aradım ve gelmeye çalışacağımı ama ateşim devam ederse gelemeyebileceğimi söyledim. Bana güvendiğini düşünüyordum, ekip olmaya herkesten fazla önem verdiğimi onun da bildiğini, nedensiz olarak asla ve asla kaytarmayacağımı da bildiğini, aramızda da çok fazla olaya dayanan bir dostluk olduğu için “Madem sen öyle söylüyorsun, mutlaka haklı sebebin vardır, telafi edersin” diyeceğini sanıyordum ama öyle olmadı. Başka bir arkadaş da benden önce arayıp gelemeyeceğini söylediği için canı sıkkındı ve mazeretimi kabul etmediğini,  gelmezsem bunun ekip ruhuna hasar vereceğini ve mutlaka gelmem gerektiğini söyledi.

            Telefonu kapadım ve ağladım. O zaman bir kere daha bilincine varmıştım ki, insanların bana güven duyması hayatımdaki en önemli dürtüydü.Tüm hayatımı adeta güven hak etmek üzerine kurgulamıştım ama gene de yetmiyordu; bana en fazla güven duymasını beklediğim insanlardan biri, kendi otoritesi zedeleneceği ya da planları sekteye uğrayacağı için aramızdaki ilişkinin geçmişteki niteliğini görmezden gelebiliyordu. Ne yapacağımı bilemedim.

            O arkadaşımın bana karşı gösterdiği ilk ve son güvensizlik bu oldu. Unilever’de olduğum süre içinde beni ağlatan ender bir iki olaydan biri de bu oldu.  İki nedenden ötürü kendisini hoş gördüm; birincisi sonradan üzerinde düşündüğümde hissettim ki, davranışının gücünü işteki pozisyonundan almamıştı; bir yere maça da gidiyor olsaydık ve ben oynamasam takım eksik kalacaksa aynı konuşmayı yapabilirdik.

            İkincisi de şu; kendi davranışlarımdan ve başkaları üzerindeki gözlemlerimden çok önemli bir hayat dersi edinmiştim: Bir ya da birkaç cümleyi bir bütün insana tamamlamamak gerekiyordu!

            Bu konuyu, bir sonraki bölümde ayrıcalık konusuna bağlamak istiyorum.

 

 

 

10 - AYRICALIK

            Ayrıcalık hayatımda daima önemli bir kavram oldu. İnsanlara – adaletsiz davranmaktan ödüm patladığı için yeterince olmasa da – ayrıcalıklar vermeye çalıştım, hak ettiğimi düşündüğüm bir ayrıcalık verildiğinde çok mutlu oldum ve hafızama kazıdım, hak ettiğimi düşündüğüm bir ayrıcalık verilmediğinde ise belki de hayatta her davranıştan daha fazla incindim. Yıllar geçtikçe hak edilen ayrıcalıkları alamadığımda üzülmekten kendimi alamadım ama üzüntümü daha kısa sürede yenmeyi öğrendim. Ancak gerek alamadığım ayrıcalıklar, gerekse bana verilen ayrıcalıklar yüreğimde daima önemli yer kapladılar.

            Örneğin on beş on altı yaşlarındayken bir mahalle maçında çok sevdiğim bir arkadaşımın bana tanımadığı ayrıcalık… Kırk yıl sonra bahsetmeye değer ölçüde yer etmiş aklımda.  Nahit mahalle takımının en usta futbolcusuydu, hepimizden çok koşar, çok da güzel kafa golleri atardı. Kendisi ile eşine kolay rastlanmayacak bir dostluğumuz vardı, sanırım ayırt edici özelliği duruma göre bazen onun bazen benim ağabey rolü üstlenmemiz ve birbirimizi hiç kırmayışımızdı.

            Bir mahalle maçında, galibiyeti garanti etmiş olmalıyız ki, Nahit, birkaç maçtır gol atmamış bir arkadaşımıza gol attırmamızı istedi. Bitime beş dakika vardı ve birkaç kez denememize rağmen o arkadaşımıza gol attırmayı başaramadık. Artık son dakika içindeydik ki, önümde topun dayanılmaz bir cazibe ile sektiğini gördüm; kale de tam karşımdaydı. Vurdum ve gol oldu. İşte o anda Nahit hayatında ilk kez bana bağırdı ve sonra da birkaç gün küstü.

            Gördüğünüz gibi, hafızamda bana verilmeyen ayrıcalıklar bayağı kuvvetli yer edinmişler ve üstelik zamana da direniyorlar. Tabii Nahit de bu öyküyü kendi açısından kendi veda konuşmasında anlatıyor olabilir; “Kemal’e bir ricada bulunmuştum, dinlemedi” diye… Ayrıcalıkların daima iki yönü olduğunu da unutmamak gerek…

            Ancak bana verilen ayrıcalıklar da hafızamda aynı şekilde yer etmiştir. Örneğin ikinci kitabımı çıkardıktan sonra arkadaşların düzenlediği imza günü. O kitabı çıkarmadan önceki süreci bizim bölümden birkaç arkadaşla birlikte yaşamıştık, adını koymaktan kapak resmine ve kapak düzenine kadar üzerinde tartışmıştık. O nedenle kitabım çıkıp da bir arkadaş bile bir ‘anı’ imzasına getirmeyince bayağı üzüldüm. İlk başlarda belki sekiz on arkadaş bir araya gelir kutlamak için bir pasta falan yeriz, onun için bekliyorlar diye düşünüyordum ama aradan birkaç hafta geçince önemsemediklerine kanaat getirip çok üzülmüştüm. Sonra birden tüm şirketi içine alan bir imza günü düzenlendiğini haber verdiler; ne kadar mutlu olmuştum. Bana verilen en önemli ayrıcalıklardan biriydi.

            Bana verilen çok istisnai bir ayrıcalıktan da söz etmeden geçemeyeceğim. 2001 yılında ne olduğu tam anlaşılamayan ağır bir hastalık geçirmiştim. Hastaneye yattım ve ateşim yüksek olduğu için doktorlar ziyaretçi gelmesini uygun görmediler. İlk gece, ateş nedeniyle adeta kabuslarla boğuşurken kapı çekingen biçimde çalındı, refakatçi olarak kalan eşim “Buyurun” dedi ve loş ışıkta tanıyamadığım bir kadınla bir erkek ellerinde çiçekle içeri girdiler. Adam kendini tanıttı; “Ben fabrikadan Bülent, hasta olduğunuzu duyunca eşimle geldik, vardiyadan çıktım, İzmit’ten geldiğim için bu geç saate kaldık, ziyaretin yasak olduğunu da biliyorum ama bu çiçekleri verip ‘Dualarımız sizinle’ demeden dönmek istemedik” dedi, çiçekleri masanın üzerine bıraktı, eşini tanıttı ve geldikleri gibi hızla çıkıp gittiler.

            1984 – 86 arasında, yani hastalığımdan on beş yıl kadar önce fabrikalarımızdan birinde imalat müdürlüğü yapmıştım, Bülent oradaki işçi arkadaşlarımdan biriydi ve kendisi ile o zamandan beri hiç görüşmemiştik. On beş yıldan beri görmediğin birinin ziyaretine, gecenin bir saatinde, eşini de alarak ve yüz kilometre öteden vardiya bitiminde bir otobüse atlayarak “Dualarımız seninle” demek için geliyorsun; bir insana bundan büyük ayrıcalık verilebilir mi? 2001’den bugüne sekiz yıl daha geçmiş, fabrikaya uğradığımda Bülent’le bir iki kez daha selamlaştık; belki o da emekli olmuştur. Ancak duaları hala benimle ! O gecenin anısı bana hala kuvvet verir. Dilerim veda konuşmamda kendisinin bu büyük jestinden söz ettiğim kulağına bir şekilde gider.

            …ve veda konuşmamı yapmam için organize edilen bu toplantı ve katılan dostlarım… Bir insana bundan büyük ayrıcalık verilebilir mi?

            Bu konuşmaya aramızda özel bir bağ olduğuna inandığım arkadaşlarımın gelmesini gönülden isterken büyük bir içtenlikle “Tatile çıkacak olanların bu toplantıya gelmeyişini kuvvetle destekliyorum” demiştim. İş seyahatinde olanlara da diyecek bir şeyim yoktu ama iş toplantısını erteleyemeyeceği için gelmemeyi düşünenlere “Ne olur, bu sadece bir kez olacak; toplantıyı bana tercih etmeyin” mesajını vermiştim; içtenlikle söylüyorum ki, belki de Unilever’deki onca yılda bu tarzdaki ilk mesajımdı.J

            Büyük çoğunluk ayrıcalığımı vererek konuşmamı dinlediler. Tatilde oldukları için gelemeyenler için de kırılmak bir yana mutluluk duydum. İşlerini erteleyemedikleri için gelemeyenler arasında özellikle bir iki arkadaşım için çok kısa süreli bir burukluk duydum ama – kendi içim tanıktırJ - asla kırılmadım.

            Gene de, bu vesileyle şunu söylemek gerekir diye düşünüyorum; Bir insanın bir davranışınıza kırılmaması başka bir şeydir, o davranışın bir insanı kıracak bir davranış olup olmadığı başka…J

 

 

 

 

 

11 - ÇOCUKLAR

            Böyle bir konuşmada 1983 başında çocuk yetiştirmenin ne mene bir şey olduğu konusunda gerçekle bu kadar çakışmayan sezgilerim olduğundan söz etmeden olmayacaktı.

            Aslında bundan fazlasından da söz edebilirdim. Konuşmaya çocuklarım da gelmişti ve hazır onca arkadaşımın manevi desteği arkamdayken ve duygusal bir ortam varken, fırsat bu fırsat, yüzlerine karşı söyleme şansı bulamadığım öğütlerimi, görüşlerimi dile getirebilirdim. Öyle bir ortam içinde mecburen dinlerlerdi.

            Ne yazık ki, empati kurma yeteneğim var J. Adaletsizlikler dışında en çok, beni eleştirmek isteyen, bana bir şey yaptırmak isteyen birinin ortamı kullanmasından büyük rahatsızlık duyarım. Bu nedenle bu büyük ve muhtemelen bir daha da önüme gelmeyecek fırsatı tepmiş oldumJ

            Gene de, çocuklarımın önünde, çocuk yetiştirmekle ilgili 1983’te bilmediğim iki önemli noktanın altını çizme cesaretini gösterebildim:

1)     Çocuk yetiştirmekle proje yönetmek bu kadar mı farklı şeyler olur J

2)     Özgürlük alanının boyutundan çoğu zaman daha önemli olan, ne kadar büyük olursa olsun, var olan özgürlük alanına müdahaledir J

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

12 - TAHMİNLERİM

            Unilever’de çalıştığım süre içinde üç ayrı konuda tahminlerimle haklı bir şöhret edindim J

            Gerçi çok sevdiğim bir arkadaşım “Kemal Bey, o kadar fazla tahmin yapıyorsunuz ki, tabii ki birkaçı tutacak” diye bu yeteneğimi küçümsemişti ama olsunJ

            * Alınan ve verilen kilolar; kafamda insanların ‘endamlarıyla’ ilgili bir bilgisayar var adeta… İki üç gün görmediğim bir arkadaşa “Üç yüz gram vermişsin” deyip, “Nereden çıkarıyorsun?” cevabı alıp, ertesi gün de “Tartıldım, haklıymışsın” düzeltmesi yaptıkları az olmamıştır! Bunu artık bir hobi haline getirdiğimi dahi söyleyebilirim.

            * Doğacak çocuğun cinsiyetini yüzde yüz kesinlikle bildiğimi de söyleyebilirim. Anne ve babanın fizyonomisi bana bu ilhamı veriyor. Sonuçta öngörü yapmak da belleğin marifeti. Geçmişe ait verileri – farkında olarak ya da olmayarak – biriktirirseniz öngörü yapmak için yeterli bir veri tabanınız oluşuyor.  O kadar uzun süredir yanılmadım ki, artık bu tahmini yapmak içimden gelmiyor, tek bir yanılgının geçmişin şanlı izlerini yerle bir etmesinden çekiniyorumJ Gene de bazen dayanamayıp bir uzak ülkede tanımadığım bir hamile kadına doğacak çocuğunun cinsiyetini söylediğim oluyor.

 

            Bu konuyla ilgili bir de hoş öyküm var. Yıllar önce genç bir çift, henüz yeni evliyken ve çocuk henüz tasarı halindeyken bu merakımı duyup “Günün birinde çocuğumuz olursa kız mı olur erkek mi?” diye sormuşlardı. “Kız” dedim. Aradan üç yıl kadar geçti. Bir gün eşim “Karizman yerle bir oldu, hani “Kız olacak demiştin ya, ultrason tetkikinde erkek olacağını söylemişler” dedi. Konuşmamızı hayal meyal hatırlıyordum; tabii hemen savunma mekanizmam çalıştı; “Daha bebek ortada yokken sordular, ondandır” dedim. Ancak iki üç hafta sonra ultrasondaki görüntünün doktoru yanılttığı, doğacak bebeğin gerçekten de kız olduğu ortaya çıktı. Yani iyiler sonunda daima kazanır J

 

            * Bir diğer tahmin alanım maçlar. Bu konuda efsane olmuş tahminlerim var. Yirmi yıl kadar önceydi, iki arkadaşımızla İnönü stadına gitmiştik. Maç başlar başlamaz “Beşiktaş bu maçı 7 – 0 kazanacak” dedim. İki arkadaşımızdan biri “Maç 7-0 biterse buradan doğru Rumeli Kavağı’na gidiyoruz, hesaplar benden” dedi. Maç yetmişinci dakikaya doğru 7-0 oldu. Bu sefer arkadaşımız “Benim sözüm 7-0 için geçerli, 8-0 olursa yemek ısmarlamam” J dediyse de kaçınılmaz sondan kurtulamadı, çünkü maç gerçekten de 7-0 bitti.

 

            Birkaç yıl önce de Fenerbahçeli iki genç arkadaşımın bir süredir gittikleri maçlara bir süre ara vereceklerini ve o günkü maça gitmeyeceklerini duyduğumda beklenmeyecek kadar sert bir tepki vermiştim: “Nasıl olur da bu maça gitmezsiniz, bu maç bundan yirmi yıl sonra bile hatırlanacak ve siz bu maça gitmemiş olduğunuz için hayatınız boyunca üzüleceksiniz” dedim. “Kemal Bey, tahmininizi de söyleyin bari” dediler, ben de “5-0’dan da daha açık farkla kazanacaksınız” dedim. “Maça gitmiyoruz ama söylediğiniz çıkarsa sizi istediğiniz yere yemeğe götüreceğiz” dediler. 6-0’lık Fenerbahçe – Galatasaray maçından söz ettiğimi anlamışsınızdır. Sonuçta o maçtan da bir yemek kazanmıştım.

 

            İki üç yıl önce, Fenerbahçe’nin şampiyonlar liginde en az çeyrek finale kalacağını sezon başında söylemiş ve hem lig hem bu kupadaki maçlarını hiç yanılgısız o kadar iyi tahmin etmiştim ki, bir gece Chelsea maçının devre arasında telefonum çaldı; Fenerbahçeli çok sevdiğim bir dostumdu arayan: “Şu anda Almanya’dayım, bir birahanede maçı izliyorum, heyecandan kalbim duracak, Allah aşkına şu maçın sonucunu söyleyin de rahatlayayım!”

 

            Öngörü yapma ya da tahmin etme oyunu hayatta en sevdiğim oyunlardan biridir, sanırım en fazla da gitgide daha fazla veri biriktirmekte olduğumdan…

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

13 - RASTLANTILAR

            Geride kalan yıllara bakarken, arkadaşlarımın benden çok duydukları rastlantı öykülerimden söz etmeden olmaz. Her sohbette de mutlaka şöyle başlarım: “Bakın ben bu rastlantılara özel bir önem atfetmiyorum ama…”

            En hoşuma giden de başıma gelen bu olayların ‘senaryo’larındaki inanılmaz ‘yaratıcılık’… Örneğin Kanada’ya uçarken New Foundland yakınlarındaki bazı görüntülere bakıp “Acaba buzul dedikleri bu mu?” diye aklımdan geçirdikten, hatta hostese neredeyse sormak üzereyken açıp okumaya başladığım “Felsefe’nin Tesellisi” adlı kitabın başında “Bu kitabı Newfoundland’in buzulları üzerinde uçarken yazmaya başladım” cümlesini okumuş olmam.

            Bir öğlen ne olduğunu unuttuğum bir şey yazarken “Yeyip” diye hecelediğim kelimenin “Yiyip” diye yazılması mı acaba daha doğru diye düşünmek için yazmama ara vermişken, yan masamdaki bir arkadaşımın “Kemal Bey, yeyip mi yazmak doğru, yoksa yiyip mi?” diye sorması ve ben onun yazımı görüp bunu sorduğunu düşünürken aslında tam o anda onun da kendi yazdığı bambaşka bir yazıda önce “yeyip” yazıp sonra tereddüde kapıldığı için bunu sorduğunu fark etmem ve ikimizin de kahkahalarla gülmemiz...

            Kanada’da bir sekreterden hayatındaki en büyük kabusun gök bilimleriyle ilgili zor bir dalda okuyan oğlunun ‘Beautiful Mind’ filmindeki gibi camlara formüller yazdığını düşünmesi olduğunu duyduğum günün akşamı Montreal’de okumakta olan oğlumun dairesinin camlarındaki matematik formüllerine çarpılmamJ...

            Şirketten ayrıldığım günün son dakikasında bile bir rastlantı olayı yaşadım. Şirkette bulunduğum en son gün ve en son saatte arkadaşlar bana içine yazı ve resimler ekledikleri bir anı defteri hediye ettiler. O anda sadece bir göz atabildim. İlk sayfada şirketten ayrılıp Amerika’da Colombia’ya lisansüstü eğitimine gitmiş genç bir arkadaşımızın resmi dikkatimi çekti.  “Acaba mezun olmuş mudur?” diye aklımdan geçirdiğim sırada beni bir dilekçe yazmam için İnsan Kaynaklarından çağırdılar. Karşımda o; Murat ! Seattle’da çalışmaya başlamış ve o akşam sadece beş on dakika için eski şirketine uğramışJ

            …ve farklı senaryolarla daha onlarcası… (Yüzlercesi yazacaktım ama hepsini hatırlayamam diye alçakgönüllü davrandımJ)

            Benim için en çarpıcı olanlarından birini konuşmamda anlattım. Arjantin’e gittiğimde bahardı ve ilk kez gördüğüm Jakarantas ağaçları çok hoşuma gitmişti; renkler farklı olmasına rağmen bana baharda Boğaz sırtlarında açan erguvanları hatırlatmıştı. Kızım ve annem erguvanları çok sevdiğinden Jakarantas’ları da severler düşüncesiyle resim çektim ve yerden de üç çiçek alıp pasaportumun arasına koydum. Ülkeme dönüp de anneme resmi ve üç çiçeği gösterdiğimde, o da bana o gün Avustralya’dan bir arkadaşından gelen mektubun içinden çıkan resmi ve üç adet çiçeği göstedi; benim elimde jakarantasların resmi ve üç adet ezilmiş çiçek; annemin elinde jakarantasların resmi ve üç adet ezilmiş çiçek ! “Pişti” J

            Dilerim Unilever’den ayrıldıktan sonra da rastlantı öykülerim beni eğlendirmeye devam eder !

14 – LEGOLAR

            Bazı arkadaşlar çalıştığım süre içinde neleri yaptığım için memnun olduğumu, neler için “Keşke” dediğimi sordular. Eşimin de konuşmamdan önce dile getirdiği gibi ben “Keşke” dememeye çalışırım (açıkçası şimdiye kadar da demedimJ).  Bunu, “Hiçbir yanlış yapmam” iddiası olarak görmek büyük haksızlık olur. Nasıl kırılmayışım bir insanın beni kıracak bir şey yapmadığı anlamına gelmezse, pişmanlık duymayışım da pişman olunacak şeyler yapmadım anlamına gelmez. Hele, “Yanlışlarımı görmezden gelirim ve ders almam” anlamına hiç gelmez. Ancak özellikle önemli kararlar verirken “Bugünkü koşullar altında bin kez bugüne gelsem gene aynı kararı verirdim, gelecekte öğreneceğim bilgiler tabii ki kararımı değiştirtebilir ama ben şu anda bu bilgilere sahip değilim, o nedenle kararım yanlışsa bile dövünmem yanlış olur” diye aklımdan geçiririm.

            Uzunca bir çalışma hayatının sonunda bir konuşma yaparken yanlışlarıma fazla odaklanmamayı seçtimJ.  Fıkradaki idama giden adamın son sözü sorulduğunda “Ha bu bağa ders olsun” deyişini anımsayarak “Ha bunlar da ayrılırken bağa ders olsun” dememeyi seçtim. J

            Neleri yaptığıma memnun olduğuma gelince… Her şeyden önce hiç kimseyi kırmamaya özen gösterdim, farkında olmadan kırdığımı düşündüğümde de özür dilemediğim hiç kimse olmadı. Daima doğru bildiğimi yaptım ve söyledim. İş hayatıyla ilgili karar vermekte zorlandığımda “Şirket benim şirketim olsaydı hangi kararı verirdim?” diye sorarak seçimimi yaptım. Uzmanlığımla ilgili olsun olmasın her konuda mutlaka en doğru çözümü bulabileceğimize inandım ve sanırım arkadaşlarımı da inandırdım. Kastettiğim şu; bir sorun olduğunda o sorun kökten halledilmeyebilir ama o sorunla ilgili en az zararla atlatabileceğimiz bir yol vardır ve biz bu yolu bulmaya muktediriz. Eğer bu benim uzmanlık sahamla ilgiliyse, ben şirketimiz yararına ‘mümkün olan’ en doğru çözümü bulabilirim ve bu kimin hatası olursa olsun – kendi hatamla başkalarının hataları arasında ayırım yapmadım – odaklanmamız gereken şey bu çözümü bulmaktır.

            Bir sorun olduğunda, - bir hata olmuştur ki sorun olmuşturJ - bu sorundaki kendi hata payım üzerinde odaklandım ve kendimi sorumlu tuttum. Hatanın büyük kısmının benden kaynaklanmadığına çok inandığım zamanlarda bile bu böyle oldu; bu yaklaşım beni çok yıprattı ama çok geliştirmiştir de…

            Fırsatları görmezden gelmedim ve fırsat maliyetlerini daima önemsedim. Çalışma arkadaşlarıma ‘kıvamında’ bir özgürlük tanıdığıma da inanıyorum. Zaman zaman kendimi güvende hissetmememe neden olsa da, bugün baktığımda hepsi gerekli gözükmese de, ortalamadan daha fazla risk alabildiğimi de düşünüyorum. Haksızlığa uğradığımı düşündüğümde bunu doğal karşıladım ve kafama takmadım. Adalet anlayışıma ters düşen bir şeyi asla yapmadım ve bundan dolayı da – ilk yıllardaki bir iki olay hariç - bir zarar görmedim.

            Bunları keyifle anlattım; çünkü bu tavırlar bana mutlu ve huzurlu bir çalışma hayatı yaşattı ve vedalaşma anında da doğru bir yaşam yaşamış olduğumu hissettirdi.

            Gene de, yukarıda saydıklarımın benim ayırt edici özelliğim olduğunu düşünmüyorum. Unilever’de – ne mutlu ki – yukarıda saydığım gibi, çözüm odaklı, doğrularını savunan, adalet anlayışına ters düşen hiçbir şey yapmayan ve İngilizce’de ‘integrity’ kelimesiyle çok iyi ifade edilen içi dışı bir olmak özelliğine sahip çok arkadaşım var. En fazla da bu nedenle Unilever’de çalışmayı hep büyük bir ayrıcalık olarak gördüm. Ancak  böyle odaklanarak hayatıma baktığımda iki özelliğimin – iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış – ortalamadan farklı olduğu gözlemini yapıyorum:

            Bunlardan birincisi, insanlara hemen hemen hiçbir zaman ve hiçbir şartta duygusal yaptırım uygulamayışım. “Duygusal yaptırım” benim çok kullandığım bir tanım; insan ilişkilerinin çok önemli bir bölümünü oluşturduğunu düşünüyorum. Örneğin basit bir hata yapmışsınızdır ama amirinizin çok homurdanacağını bildiğiniz için kendisine söyleyemezsiniz, hatanın sonuçları dallanıp budaklanır. Çok yumuşak huylu bir amiriniz olsa bu defa da adamı üzmemek endişesiyle sorunu kendisine aktarmakta tereddüt geçirirsiniz. Ya da bir kararı değiştirmenin daha doğru olduğunu düşünürsünüz ama ekip arkadaşlarınız o konuda epey bir çalışma yapmışlardır ve onların tepkisinden çekinip o karardan dönülmesi gerekli zamanda dönmezsiniz, muhtemelen daha ileri bir aşamada daha üst seviyede birinin müdahalesiyle o karar değişir. Bunlar iş hayatı ile ilgili örnekler; özel hayatta da yüzlerce örnek bulunabilir; bir arkadaşınızın o kadar katı politik görüşleri vardır ki, doğru olduğuna inansanız bile onun düşüncesine ters bir yorum yapmak istemezsiniz. Kötü not almışsınızdır, babanıza söyleyemezsiniz. Arkadaşlarınızla maça gidemezsinizJ vs vs vs.

            İnsanlar – bazen bilinçli bazen bilinçsiz - duygusal yaptırımlar kullanarak sizi yönlendirir, özgürlüğünüzü kısıtlar ya da kendilerine daha geniş bir ‘rahat edecekleri’ alan yaratırlar.

            Ben özel hayatımda da iş hayatımda da duygusal yaptırım uygulamamaya özen gösterdim. Bunun iletişimi kolaylaştırdığı için doğru bir yön olduğuna hep inandım ama hep ve her alanda doğru kıvamını tutturabildiğimi söyleyecek değilim. Duygusal yaptırımlardan kaçınmak, aşırılığa gittiğinde ilişkileri zedeleyebilir.

             İş hayatıyla bağıntılı olarak, benden bir şey isteyecek ya da bir sorunu iletecek insanların, benim kızacağımı, üzüleceğimi, konuyu evirip çevirip tekrar tekrar önlerine getireceğimi, oflayıp puflayacağımı akıllarına hiç getirmeden benimle iletişim kurmalarını sağlayabildiğimi sanıyorum ve bunun nispeten az rastlanır bir özellik olduğunu düşünüyorum. Sanırım, veda konuşmamı yapmazdan önce söz alan bazı arkadaşların harika tespitlerinde olduğu gibi; bu biraz da, iyiyi de kötüyü de doğal kabul etmemle ve de kendimi ve hayatı ciddiye almamakla birlikte gene de ciddi yaklaşmak gerektiğini düşünmemle ilgili. Bir mahalle maçını kazanmak için terinin son damlasına kadar akıtan ama aslında o maçın sonucunun hiç mi hiç önemli olmadığının bilincinde olan bir delikanlı misali…

            Bir diğer nispeten farklı özelliğimin insanlarla özel bağlar kurmak olduğunu düşündüm. “Herkesin dostu olan hiç kimsenin dostu değildir” cümlesinin hiç değilse benim için doğru olmamasını hep çok gönülden diledim. Çok sayıda insanı özel bağlarla sevmemin, bir şarkıcının kendisini alkışlayan seyircilerin hepsine birden “Sizi seviyorum” diye bağırmasından çok ama çok farklı bir temele oturmasını istedim.

            Gerek duygusal yaptırımdan kaçınmak konusunun, gerekse insanlarla her biri farklı bağlarla bir arada olmanın planlı bir şey olduğunu düşünmenizi de istemem; öyle davrandım, öyle oldu ve şimdi baktığımda bu tespitleri yapıyorum; başka bir deyişle, bu tespitleri başta hedef olarak koyup da onlara uygun planlar yapmadım.

            Veda konuşmamda çok sayıda insanla her biri ayrı boyut ve nitelikte bağlar kurmayı görselleştirmek için bana bu konuşmanın bilgisayar ayağında yardımcı olan Sencer’le konuşurken aklıma “lego adam” geldi. Her bir arkadaşla özel bağım bir lego parçasıydı ve ben gerçekte bu lego parçalarının birleştirilmesinden oluşan bir lego adamdım. Sadece selamımız olan bir arkadaş, kartımı unuttuğum için kapıda kaldığımı gördüğünde gidip uzaktaki masasından kendi kartını alıp kapıyı açtığında bana bir lego parçası ekliyordu. Ya da gene sadece bir selamım olan bir başkası bozuk param olmadığını gördüğü için gidip bozuk para getirerek bana dondurma ısmarladığında. Bir ekip çalışması sırasında bir arkadaş tekrar tekrar aynı şeyleri yapmaktan sıkılıp söylendiğinde benim “Hadi yapalım bari” deyişim üzerine elini omzuma koyup bu kez gülümseyerek “Peki yapalım” dediğinde. Asansörde karşılaştığım bir dostumun inerken “Emekli oluyormuşsun, bu benim sana emeklilik armağanım olsun” diye spontane bir kararla elime kim bilir nereden gelmiş olan bir kutu nefis şam fıstığını (Çok lezzetliydi, tekrar teşekkürlerJ) tutuşturduğunda. Bir başka arkadaş yıllar önce bir basketbol maçında bana çarpıp yere düşürmek üzereyken – ve ben nerem kırılacak beklentisi içine girmişken – topu bırakıp beni havada yakaladığında…

            Lego adam görüntüsünü sevdim; Sencer de bu tanıma uyan harika resimler buldu; sanırım konuşmama eşlik eden en güzel resimler bu lego ya da puzzle adamların görüntüleri oldu.

            Evet, hissettiğim gerçekten de bu. Çok sayıda arkadaşla farklı nitelikte çoğu çok değerli bağımız olduğunu hissediyorum; bu bağları beni oluşturan Legolar olarak algıladığımı ve yüzeysel olmayıp derinliğe de sahip oldukları için hep benimle olduklarını, daha doğrusu zaten beni oluşturduklarını hissediyorum. Bu nedenle de bu bağların kalıcı olduğuna inanıyorum.

            Giderken, Legolardan oluşmuş olarak gitmekten son derece mutluyum.

 

 

 

 

 

 

 

15 – GERİ BESLEME

            1983 yılında yeterince bilincinde olmadığım bir konu da, bir insanın kendini nasıl gördüğü ile başkalarının onu nasıl gördüğü arasında kolay kestirilemeyen bir fark olduğudur. Belki bundan da önemli olarak, farklı insanların sizi nasıl gördükleri arasında da fark vardır. Bu nedenle tek bir kişinin ‘geri beslemesi’ne de olması gerektiğinden daha fazla ağırlık vermemek gerekir. Tabii bu tek kişi hayatınızdaki en önemli insan değil ise J. Nasıl algılandığınızı doğru bir perspektife oturtmakta fayda var; bu da her zaman olduğu gibi istatistiksel bir olaydır.

            İnsanlara mümkün olduğunca ön yargısız yaklaştığıma ve ayırım gözetmediğime hep inandım. Ancak ayırım gözetmemek sözünü yanlış yorumlamamak gerekir; her konuyu herkesle tartışmak, herkesle aynı şekilde dost olmak, herkese her konuda aynı değeri vermek tabii ki mümkün değildir. (bana göre doğru da değildir)

            İnsanlara önyargısız yaklaştığıma delil olarak çeşitli vesilelerle anlattığım bir anım var. Kırk yıl kadar önce Amerika’da misafir öğrenci olarak lise son sınıfı okurken bir siyah arkadaşım beni evine davet etmişti. Evin büyüğü beni gördüğü andan itibaren somurtup duruyordu. Bir türlü konuşma konusu bulamıyordum. Bir aralık evdeki çocuklar ortadan kaybolunca nereye gittiklerini sordum. Somurtan adam “Televizyonda siyah bir komedyenin programını izlemeye” dedi ve sonra tereddüt geçirip devam etti: “Siz siyah komedyen mi, zenci komedyen mi dersiniz?” Hemen hiç bir zaman yapamadığım kadar çabuk cevap vermiştim: “Komedyen derim”

            Bu cevabı bu kadar yerinde verebilen bir insan, önyargı konusunda sınıfı geçmiş sayılır, değil mi? Oysa… İki yıl kadar önce bizim bölümdeki arkadaşlarla birlikte şirket dışında bir eğitime gitmiştik. Çoğu eğitimde olduğu gibi bu eğitimde de bir ‘geri besleme’ çalışması yapıldı. Değerli ve emek verilmiş yorumlar aldım ama bunlardan biri beni çok düşündürdü; çünkü bir arkadaşımız insanlara önyargılı yaklaştığımı, geçmişlerine ya da üniversitelerine göre kategorize ettiğimi yazmıştı. İnsan otomatik olarak savunmaya geçiyor ve bunu yazan arkadaşın nerede yanıldığını bulmaya çalışıyor. Oysa bu mesajdan da alınacak çok ders var; ancak genelleme yapıp “Demek ben böyle algılanıyorum” diye karalar bağlamak yerine “Demek beni böyle algılayanlar var, hangi davranışlarım hangi insanları böyle algılamaya yönlendirmiş olabilir” diye düşünmek ve bu soruya cevap verdikten sonra bu algılamayı düzeltip düzeltmemeye karar vermek doğru olur.

            Merak etmiş olanlar için söyleyeyim; ben bu sorunun cevabını vermeye çalıştım ve bunun bazı davranışlarıma ve düşüncelerime yansıması da oldu. Ancak bütün insanlara karşı  ‘olmadığıma inandığım şekilde’ algılanmamak için daima tetikte olmak ve risk gördüğümde yapay dengeler oluşturmak gibi bir yöne de sapmadım.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

16 - BAŞVURDUKLARIM

            Yirmi yedi yıla yaklaşan Unilever yaşamımda karşılaştığım çeşitli olaylar karşısında en fazla başvurduğum atasözü, fıkra, anı, mesel(her ne demekse J) vs’yi de bu konuşmam sırasında tekrarlamak istedim. Fıkralarla başlarsak;

            “Adam kendini darı sanıyormuş, akıl hastanesinde tedavi sonucu düzelmiş ve taburcu olmuş. Ancak dışarı çıkar çıkmaz bir tavuk görmüş ve ona yem olacağından korkarak içeri kaçmış. Doktorlar ‘Hani darı değildin?’ dediklerinde ‘Ben öğrendim darı olmadığımı ama bakalım tavuklar biliyorlar mı?” cevabını vermiş.”

            “Bir kabadayının üzerine titrediği pos bıyıkları varmış, bir gece uyumak üzereyken bıyığının üzerinden minik bir fındık faresi geçmiş. Kabadayı derhal bıyıklarını kesmiş. Şaşırarak niye bıyıklarını kestiğini soranlara da ‘Yol olur’ cevabını vermiş.”

            “İki arkadaş ata binmişler ama hem onlar acemiymiş, hem atlar huysuzmuş, gemi azıya alıp dağlara bayırlara kaçmışlar. İki arkadaş atların üzerinde tutunmaya çalışmışlar ama sonunda biri dayanamamış, düşmüş. Diğeri ‘Vah dostum, bir yerin kırılmadı ya, canın fazla acımadı ya’ derken öbürü düştüğü yerden doğrulup sözünü kesmiş “Sen bana ne bakıyorsun, ben düştüm, kurtuldum!”

            “İki fizikçinin yolu kırsal kesimdeki bir lokantaya düşmüş. Aralarında hararetle bir fizik problemini tartışmaya başlamışlar. Onları duyan bir köylü, “Daha fazla tartışmayın, gelin ağaya soralım” demiş. Fizikçiler şaşırmışlar: “Ağa fizik bilir mi?”. Cevap: “Bilmez ama dedüğü dedüktür!”   

            “Bir centilmen, bir çapkın, bir de cilveli bir kadın ıssız adaya düşmüşler. Centilmen adadaki tek ağaca nöbetleşe tırmanıp gelip geçebilecek gemileri gözlemeyi önermiş. Çapkın ‘Bunu kabul edemem, aşağıda hanımefendi ile yalnız kaldığınızda ona sarkıntılık etmeyeceğinizi nereden bileyim” demiş. Centilmen yemin billah böyle bir şey olmayacağına inandırmış. Ağaca ilk çapkın çıkmış ve yukarıdan ikide bir “Hani kıza yaklaşmayacaktın, nerede kaldı senin sözün” diye seslenmiş. Centilmenin haksız yere suçlanmaya çok canı sıkıldıysa da, çapkının her seslenişinde hiçbir şüpheye mahal vermemek için kızdan biraz daha uzaklaşmış. Bir süre sonra çapkın ağaçtan inmiş, centilmen tırmanmış. Ufukları gözlerken bir ara gözü aşağıdakilere takılmış. Çapkınla cilveli kız sarmaş dolaş. ‘Vay be’ demiş, ‘Adam haklıymış, buradan gerçekten de öyle görünüyor!’

            Bu fıkralar insanı kahkahalarla güldürecek cinsten değil ama iş hayatında bunları anlatmanızı hatırlatacak birçok olayla karşılaşabilirsiniz. Örneğin bu son fıkrayı bir arkadaşın terfisinden sonraki bazı davranışları üzerine, ‘darı’ fıkrasını bölümünüzün organizasyonundaki ya da çalışma sistemindeki değişikliklerden başka bölümlerin yeterince haberi olmadığı durumlarda anlatmak mümkün. ‘Ben düştüm kurtuldum’ fıkrasını ise emeklilikte sıkılacağımdan endişe eden arkadaşlara anlatmaktayım J

            Fıkra değilse de, çok hoşuma giden ve birçok hatanın üst üste geldiği durumlarda anlattığım bir minik ‘mesel’i de mutlaka anmak isterim: “Adam: ‘Bir gün İsa, düşmanı olan kraldan kaçarken karşısına Nil nehri çıkmış, bunun üzerine kılıcıyla suları ikiye ayırmış’ diye anlatırken arkadaşı dayanamamış sözünü kesmiş: “Birader hangi birini düzelteyim, İsa değil Musa, kral değil firavun, Nil nehri değil Kızıldeniz, kılıç değil asa !!!

            Gelelim atasözlerine… Tabii ki çok daha fazlasını kullanmışımdır ama en fazla kullandığım şu üçü olsa gerek:

            “Zararın neresinden dönülse kardır”

            Aslında bunun tersini daha çok kullanmışımdır. İnsanın söyleyebileceği en tehlikeli sözün “Battı balık yan gider” olduğunu savunurum. Rejim yaparken ya da sigarayı bırakırken bile öyle…

            “Taşıma suyla değirmen dönmez”

            Bunu en fazla bir hedefe varmak için kullanılan yapay çareler için kullandım. Diyelim otoriter bir insansınız ama yönetmek zorunda olduğunuz ekibe otorite sökmüyor, yumuşak yaklaşmak lazım… Bir olur, iki olur, üç olur sonunda gerçek yüzünüzü gösterirsiniz. Ancak bu atasözünü birçok başka durum için de kullanmak mümkün.

            “Demir tavında dövülür”

            En sevdiğim ve en doğru bulduğum budur. Bu atasözünü çağrıştıran bir benzetme yapmıştım, çoğu genç arkadaşım bilir, o nedenle ondan da bahsedeyim. Bazen insan kendini küreksiz bir sal üzerinde nehrin akıntısıyla sürüklenir hisseder. Bu kadar kontrolsüz bir salı kıyıya düzgün bir şekilde yanaştırmak çoğu zaman mümkün değildir ama sal bazen kıyıya yaklaşır. Öyle bir an gelir ki insan içinden “Atlasam herhalde karaya çıkabilirim” diye geçirir. Gene de bu sıçrama pek kolay bir hareket değildir. İşte o anda suya düşme ya da rahatınızın bozulmasını göze alarak sıçradınızsa ne ala, yerinizde kalırsanız sal tekrar açılır ve bir daha – çok muhtemelen - o kıyıya o denli yaklaşmaz.

            Konuşmamı yaptığım akşam, bu kitapçığı da hazırlamaya başladım. O akşam ‘kıyıya sıçramasaydım’ sanırım bu kitapçık hiçbir zaman yazılmazdı.

            Çok arkadaşa anlattığım ve çok olaya uyguladığım bir anım da şöyle: Oğlum çok küçükken ters yola giren bir otomobil az kalsın ikimize birden çarpacaktı. Küfretmeden avazım çıktığı kadar bağırdım. Araba durdu ve içinden ızbandut gibi bir adam inerek üstüme yürüdü. Kaçmadım ve ben de ona doğru yürüdüm. İçimden kendime şöyle diyordum: “Sen bu dayağı yiyeceksin”

            Kaçtığınız zaman bütün ömrünüzce içinizde bir sızı kalacaksa, risk çok olsa da, endişeleriniz olsa da, önünüzü yeterince göremiyor olsanız da kendinize bunu söylemeniz gerekebilir: “Sen bu dayağı yiyeceksin”. O dayağı göze almak, daha sonra içinizi acıtacak duyguları yok etmenin bedelidir. Bu sözü zaman zaman genç arkadaşlara hatırlattım; biri o veya bu nedenle sırılsıklam aşık olduğu bir genç kızla evlenmeye tereddüt ediyordu, birinin önüne onca yıl başkasının yanında çalıştıktan sonra kendi işini kurmasını sağlayacak bir imkan çıkmıştı, bir başkası bir daha alamayacağı kadar iyi – ama gene de yeterince iyi olmayan - bir iş teklifi almıştı. Hepsine ayrı ayrı bu anımı anlattım ve “Korkarım siz bu dayağı yiyeceksiniz” dedim ve onlar gerçekten de o dayağı göze aldılar; içlerinde dayak yemekten beter olan da oldu, çok mutlu ya da başarılı olan da… Belki ben de emekli olma kararımın eşiğinde kendime “Sen bu dayağı yiyeceksin” demişimdir, kim bilirJ

            Bu konuda son olarak da Murphy’den söz edeyim. Sanırım Murphy iş hayatında yaşanan birbirine benzer olayların adeta fizik kuralları gibi formüle edilebileceğine inananlarca anonim olarak yaratılmış sanal bir modern zamanlar filozofu. Hep böyle olduğunu düşündüm ve Internetteki araştırmam beni tatmin edici bir başka sonuca da götürmedi (gene de geçen yüzyılın ortalarında Edward Murphy adındaki bir bilim adamının yapılan bir hata üzerine söylediği bir cümleyle bu efsaneyi tetiklediği anlaşılıyor) ama onlarca kuralın tek kişi tarafından yazılmadığı da aşikar.

            Murphy’nin iş hayatıyla ilgili ilk ve en bilinen kanunu “Aksi gitme olasılığı olan her şey aksi gider” cümlesidir. Sanırım bu kanun hepimiz tarafından her projede yüzlerce defa doğrulanmıştırJ Daha sonra birçok başka kanun ortaya çıktı; örneğin “Tereyağlı ekmeğiniz yere düştüğünde daima tereyağlı yüz altta kalır” ya da “Otoyolda daima öbür şerit daha hızlı gider” gibi sözler.

            Ancak ben şu sözü, diğer hiç biriyle karşılaştırmayacağım kadar çok severim ve kullanırım: “Bir şeye karışmak, o şeyden kendini sıyırmaktan daima daha kolaydır” (It is always easier to get involved in something than to get out of it)

            Bir önerme bu kadar mı doğru olur ? J

 

 

 

 

17 – HÜZÜN VE GEMİ

            Ayrılık, bağlar kuvvetliyse, hüzünlü bir olay. Shakspeare “Ayrılık öyle tatlı bir hüzündür ki” demiş. Ben hüznün, insanı insan yapan duyguların başında geldiğine inanırım; hüzündür sevinçlere duyarlı kılan yüreğimizi… Bir zamanlar çeşitli kavramlar üzerinde düşünürken, baktım hüzün için ne söylesem eksik kalıyor; şöyle ve hala beğendiğim bir cümle not etmiştim: “Hüzün, zamana ve olaylara hükmedebilecek olsaydık bile eksik kalacak şeyin duygusudur”

            Unilever’deki son günlerimde hüznü yoğun olarak yaşadım, şirketteki dostlarım da yaşadı. Sanırım hüznü birlikte yaşamak kadar insanları yakınlaştıran bir ortam yok.

            Ancak hüzne eşlik eden bir başka duygu da yok değildi. Buna “Ah o gemide ben de olsaydım” duygusu diyebilirizJ. Gerçekten de eğer sağlık ve huzur yerindeyse – bunlar ne kadar sürer bilinmez ama – iş hayatını tadında bırakabilmek – hala bir şeyler yapabilmek isteği de duyuyorsan – harika bir şey. (Bir şeyler yapma isteği duymak ise, sanırım, bir insanın başına gelebilecek en iyi şey!)

            Çağrışımlar yakamı bırakmıyor; ilinti kurmak yanlış ama sadece kelime çağrışımından eski bir karikatür geldi aklıma; çizeni hatırlayamadım; bağışlasın: İki arkadaş kumarhaneden çıkmışlar, biri çırılçıplak, diğerinin üzerinde bir külot var. Çırılçıplak olan diğerine: “Birader sana hayranım, nerede durulacağını çok iyi biliyorsun” diyor!

            Evet, çekip gidebilmek; bir yere ne kadar ait olursan ol, artık sonuçlar hayatında süreçlerden baskın hale gelmişse, kulağa hoş gelen bir sözcük. Kendini oraya ne kadar ait hissediyor olursan ol bu böyle. Sonuçlar ve süreçler ilişkisinden şunu kastediyorum; örneğin bir projede bir ‘öngörülemezlik faktörü’ vardır;  ya da “%100 emin olamama faktörü” diyelimJ. Bu faktör insana öğretir ve aynı zamanda da üstesinden gelmeye çalışırken yaşanması hoş bir meydan okumadır. (‘Challenge’ sözünün Türkçede tam bir karşılığı olmasını ne kadar isterdim!)

            Çok genel bir bakış olsa da, insanı temel gereksinimlerinin karşılanması dışında dört şeyin mutlu ettiğini düşünürüm; diğer insanlar ve onların ürettikleri şeyler (ilişkiler, sevgi, sanat vs), doğa, Tanrı ile ilişkisi ve de özellikle iş hayatı için çok önemli olan ‘üstesinden gelme dürtüsü’ (‘challenge’ !). Böyle bir dürtümüz olmasaydı sanırım çok daha farklı bir hayat yaşardık. Biraz dağıldımJ ama özetle söylemek istediğim şu; bir limanda ‘üstesinden gelme dürtüsü’ tatmin edilemiyorsa ‘bir gemiye binilip uzak denizlere yol alınabilir’ ve bu bazen genç insanların da özlemi olabilir.

            Bir yerlerde bir zamanlar yazdığım gibi: “Yaşamımızı, yaşayacaklarımızı öngörülebilir yapma süreçlerinden oluşan dönemler halinde yaşarız. Çok şey öngörülebilir olunca öngöremediğimiz yeni olayları sonunda öngörülebilir yapacağımız yeni bir döneme geçme arzusu duyarız.”

            Horace’ı da hatırlamadan edemiyor insan: “Gemiler limanda güvendedirler ama limanda durmak için yapılmamışlardır”

            Uzun lafın kısası, ayrılmak üzere olduğum günlerde hüzne eşlik eden ‘Ah o gemide ben de olsaydım”  duygusu da vardı bazı arkadaşlarda. Bu da bana önce sağlık ve huzura sahip olmanın ve olmaya devam etmenin ne kadar önemli olduğunu hatırlattı, bir de şunu: “Yaşam her zaman ikilemlerin yönetimidir”. Her iyi şey, yanında gölgesi ile gelir! İnsanoğlunun serüveni biraz da, bu gölgeleri filtreleme çabasının serüvenidir ki yüzde yüz bir filtrelemenin mümkün olacağını sanmıyorum, genellikle gölgeleri yok edelim derken sadece silikleştirebiliriz.

            Ben de Unilever’den ayrılırken her şeyden önce bana çok güvenilen ve saygı duyulan bir ortamı terk ediyor ve başka başka insanların güven ve saygılarını sil baştan kazanmak için çaba göstermek zorunda kalacağım bir ortama geçiyorum – yani az şey feda etmiyorum. Gel de çok sevdiğim bir dostumun çok değerli sözünü hatırlama: “Güvensizlik dünyadaki en büyük maliyet kalemidir”. Bir başka çok özel dostumun sözü de hemen ardından geldi: “Kısıtlamak özgürlük vermektir bazen”. Yani bir bakış açısıyla, güvensizliğin maliyetini ve belirsizliğin özgürlüğümden çalmasını da yüklüyorum omuzlarıma.

            New York’ta başıma gelen bir olayı hatırlamamak elde değil bu konuyu açmışken: Trenimin hangi perondan kalktığına bakmış ve o perona inmiştim. O sırada içeriğini anlayamadığım bir anons yapıldı. Geldiğim peronda gideceğim yerin ismini göremeyince görevliye yanlış yerde olup olmadığımı sordum. Meğer trenimin peronu değişmiş, az önceki anons da onun içinmiş. Görevli hanım açtı ağzını yumdu gözünü… Ben böyle azarı ilkokul öğretmenlerimden bile işitmedim. Görevli hanımın tüm hayatının benim gibi dikkatsiz, özensiz, saygısız insanları yola getirmekle geçtiğini ve bundan da büyük rahatsızlık duyuyor olduğunu böylece öğrenmiş oldumJ.

            Ancak bu azar beni kızdırmadı; hatta yüzüme bir gülümseme yerleştirdi; iş hayatında bana saygı duyan arkadaşlarım benim yediğim şu azarı görselerdi ne eğlenirlerdi… Hele çocuklarım görseydi…J Bu anımı yazdığımda şöyle bitirmiştim: “Bana kim olduğumu değil, kim olmadığımı gösterdi…”

            Adam hapiste bir tahtakurusunu eğitmiş ve onunla çok para kazanmayı hayal ediyormuş. İlk gittiği barda bir prova yapmak ve insanların tepkilerini ölçmek amacıyla tahtakurusunu çıkarıp masanın üstüne koymuş ve barmene işaret etmiş. Barmen de “Özür dileriz efendim” diyerek tahtakurusunu iki parmağının arasında ezmiş! Ben de pekala bazı numaralar gösteremeden barmenlerin parmakları arasında ezilebilirim bazı ortamlardaJ

            Tabii ki – gerçek payı yok değil ama - işi bu kadar dramatize etmek şakadan ibaret. Ancak bu konu üzerinde düşündüğüm zaman farklı bir şey gözlemledim: Aslında Unilever ve benzeri şirketler adeta ideal toplumu temsil ediyorlar. Bir kere çok net bir rol dağılımı var; herkesin çalışacağı alan belli. Herkesin o toplulukta bir varlık nedeni var. Adalet mekanizması işliyor. Herkes birbirine karşı asgari saygı göstermek zorunda. Herkes tanımlanmış ahlak kurallarına uymak zorunda. En güzeli de çalışanlar birbirlerine iş yaptırmak için para kullanmıyorlarJ Kahveniz otomatta hazır, öğlen yemek geliyor, ihtiyacınız olan bir rakamı öğrenmek için telefon etmeniz yetiyor, projeyi gerçekleştirmek için neye ihtiyacınız varsa sadece istemenizle diğer arkadaşlar tarafından yapılıyor. Hafta sonları ve akşamları da eve gitmeyip ofiste yattığınız ve para da almadığınız sanal bir ortam hayal edelim; buyurun size adil, etik, dayanışmalı ve de paranın olmadığı ideal bir toplum modeli J

            Bu saydıklarımın içinde şaka payı da ciddi boyutta var; ancak gitgide çalışma saatlerinin de ne kadar uzadığı düşünülürse bir o kadar ‘şaka olmayan’ pay da var… Konumuzla ilgisi ise şu; ideal topluma yaklaşan bir topluluktan ayrılmak, bu saydıklarımdan da biraz olsun uzaklaşmak demek… O gemide olmak isteyen arkadaşlara tekrar söyleyeyim: “Yaşam ikilemlerin yönetimidir ve de her seçiş bir vazgeçiştir”

            Annemin zaman zaman hatırladığım bir şiiri var; sanırım onu burada da hatırlamanın sırası:

“İnsan

Yaşadıktan sonra anlar

Birçok şeyi

Yaşamakla anlamak arasında bir salıncak

Her binen, çare yok

Sallanacak”

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

18 - ÖĞÜT

            Böyle bir konuşmada insanlar öğüt de beklerlerJ Değil mi ki bir şirkette yirmi yedi yıla yakın çalışmışsın ve oldukça saygın bir yer edinmişsin…

            Oysa genç arkadaşlarım bilirler ki ben hiç öğüt vermedim. Bir Kızılderili sözünde geçtiği gibi kimsenin ‘makosenleri’ içinde olamayacağımın bilincindeyim.

            Ancak isteyenlere ‘kendi resmimi’ çizmekten de hep keyif aldım.

            Hiçbir resmimin de takipçisi olmadım. Dileyen ondan ilham alır, dileyen çağrışım alır, dileyen tersinin doğru olduğunu düşünür, dileyen bir gün çağırmak üzere aklının bir köşesine atar… Bu kadarı tamam ama hiç kimsenin hayatının bir bölümünden olsun tam sorumlu olmaya hakkım yok (cesaretim de yok). Öğüt vermek ise en azından bir başkasının hayatında sorumluluk alma isteğidir, benim böyle bir isteğim hiç olmadı; tabii ki insanın kendi çocukları söz konusu olduğunda bu ciddi bir ikilem demektir ama bu başka bir konuşmanın konusuJ

            Bu veda konuşması kapsamında ise yarı şaka yarı ciddi şöyle düşündüm: Böyle bir veda konuşmasını öğütsüz kapatmak ‘racon’a ters düşer J

            O nedenle bir öğüt verdim konuşmamda; çok temel bir inancımdan yola çıkarak verdim: Yaşam için yaptığım ve de sevdiğim bir tanım, yaşamın duygularımızı öngörme eğitimi oluşudur. Yaptığımız bir hareketin, aldığımız bir kararın, verdiğimiz bir tepkinin duygusu bize gelecekte zaman zaman eşlik eder. Oğlum küçükken bir konudaki inatçılığı ile beni deli etmişti. Kulağını çekmeyi düşündüm. Açıkçası öfkeme yenilmekten ziyade onun eğitimi için kulağını çekmemin doğru olup olmadığını birkaç saniye düşündüm. Şu nedenle vazgeçtiğimi çok net hatırlıyorum: “Kulağını çekersem hayatım boyunca ‘Ben çocuklarıma hiç el kaldırmadım’ diyemeyeceğim, oğlum da kimseye ‘Babam bana hiç el kaldırmamıştır’ diyemeyecek”. Neredeyse sonsuz bir zamana yayılan bu duygu yansıması hiç hoşuma gitmediği için elime hakim oldum.

            Öğüdüm şu; tepki ve kararlarınızın yaşamınıza getireceği duygularınızı – uzun bir zamana yayılacak şekilde - öngörmeye kendinizi alıştırın. (gene de öğüt gibi olmadı ama benden bu kadar J)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

19 – ‘SON’LAR

            ‘Son’ları severim.

            ‘Vurucu sonları’ severim.

            Güzel bir süreçle birbirini tamamlayan güzel ‘son’ları severim.

            Vasat bir filmin duygu sömürüsü yapan ‘son’undan bahsetmiyorum elbette. ‘Son’ içeriğe yakışmalı.

            Eğer böyle olursa, insan bir bütünü minik bir duygu kapsülüne sığdırıp cebine atmış gibi hisseder kendini.

            Ben bu konuşmamın sonunda öyle hissettim. Orada bulunan dostlarımın da aynı duygu kapsülünden ceplerine atıp konferans salonunu öyle terk ettiklerine inanıyorum.

            Yanlış anlaşılma riski görsem de, söylenmesi gereken bir şeyi söylemekten geri durmadım hiç; bu anda da yapamam.

            Denizyıldızının öyküsünü hatırlarım bazen. Ancak bilinen şekliyle anlatmak için değil. Sonundaki ‘ders’in beni rahatsız ettiğini vurgulamak için.

            Şu bilinen öyküden söz ediyorum; adam kumsalda yürürken kıyıya vuran denizyıldızlarının bazılarını denize atıyormuş. Biri “Binlercesi var, ne fark ediyor ki” demiş. Adam eğilip bir taneyi daha atmış ve “Onun için fark etti” diye cevap vermiş.

            Rahatsızlığım şundan. Sadece o denizyıldızı için mi fark etti yani? Adamın kendisi için fark etmedi mi?  Doğru son “Hem onun için hem benim için fark etti” olmamalı mıydı?

            Veda konuşmama gelen dostlarım bana hayat verdiler, yaşamımın bundan sonrası için enerji verdiler, benim için o kadar çok ‘fark etti’ ki…

            Eminim ki onlar için de fark etti! O duygu kapsülleri onlara da hayatları boyunca eşlik edecek ve zaman zaman minik bir titreşimle ceplerinden kendilerini hatırlatacak.

***

            Konuşmamın son cümlesi ya da ekrandaki resmi ne olmalıydı? Öyle bir şey olsun ki hem yirmi yedi yılı, hem de o duygu yoğun ortamı güzellikle kapasın ve duygu kapsüllerini yavaşça ceplerimize yerleştirsin…

            Beni etkileyen sonlar geçti aklımdan. ‘Vadim O kadar Yeşildi ki’ kitabının son cümlesi: “Vadim, artık yitirmiş olduklarımın vadisi bir zamanlar o kadar yeşildi ki…”

            Ya çocukluğuma damgasını vurmuş kahramanlardan Pardayyanlar’ın sonu? Aylar boyunca, hop oturup hop kalkıp bazı önemli değerleri temsil ettiği için yüreğe de hitap eden şövalyenin maceralarını on ciltte okumuşsun ve gelmişsin son sayfalara. Şövalye bir mağaradayken içeride patlama oluyor ama şövalyenin cesedi bulunamıyor. O upuzun maceralar dizisi şövalyenin ölüp ölmediği belli olmadan sona eriyor. Dostları şöyle diyorlar son paragrafta: “O kıratta bir adama ölüm bile dokunmaktan çekinir, göreceksiniz bir gün kim bilir hangi uzak maceradan çıkıp gelecektir”

            ‘Küçük Prens’te yazar küçük prensi tarif eder ve bir gün kendisine rastlarsak kendisine haber vermemiz için adeta yalvarır,. hüzünle kaparsınız elinizdeki kitabı.

            ‘Ölü Ozanlar Derneği’nin sonunda çocuklar bir duruşu simgeleyecek şekilde sıraların üzerine çıkarlar ve Robin Williams “ Teşekkürler çocuklar” der gözleri dolu dolu.

            …ve Robin Hood… Okumayı öğrendiğimde ilk okuduğum roman. Sonunda Robin Hood ihanete uğrayıp ölüyordu. Ancak beni ölümünden çok “Haydi okuyucu, şimdi bu şen asinin mezarı başından ayrılıp kendi hayatlarımıza dönelim” cümlesi hüzünlendirmişti. (Robin Hood’u hatırladığımda Ayn Rand’ı da hatırlamamak mümkün değil, zenginden alıp fakire verdiği için nasıl da verip veriştiriyorduJ)

            Oysa bunların hangisini seçmiş olursam olayım zaten hüznün egemen olduğu bir toplantıya haksızlık olacaktı ve bence bütünü tamamlamayacaktı. Evet, beni etkilemiş olan roman ve film sonlarını aklımdan geçirdim ve aklımdan geçirdiğimin de bilinmesini istedim ama o kadar!

            Sonunda konuşmama eşlik eden son resim olarak çocukluğumun baskın karakterlerinden birinin her macerasının sonunda görmeye alışık olduğum resmini koydum;

            Red Kit güneş batarken atının sırtında yeni maceralara doğru gidiyorJ

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

20 – BİR ARKADAŞIMIN YAKIŞTIRMASI İLE “BİREYİN ANAYASASIJ

 

…ve şimdi otuz yıl öncemin o dörtlüğünü bir kez daha söylemenin zamanıdır:

 

“Bir gün bugüne dönüp de bakabilirsem

Hiçbir şey olmamalı pişmanlık duyacağım

Sunulan her an’a tüm gücümü adadım

Sunulan her an’ı bilincinde yaşadım”

 

…ve ‘Somewhere Over The Rainbow’u dinlemenin zamanıdır!

 

 

SON